BİLİYOR MUYDUNUZ ?? Ergenlik yaşı giderek küçülüyor mu? ERGENLİK YAŞI GİDEREK KÜÇÜLÜYOR MU?
“Şimdiki çocuklar büyümüş de küçülmüş gibiler adeta...” Çoğu zaman bizim de dilimize dolanan bu klişe acaba cidden gerçek mi? Zamane çocukları daha mı çabuk büyüyorlar? Yapılan son araştırmalar öyle gösteriyor ki bu inanç yalnızca genel sosyal görüşümüz değil, aynı zamanda bilimsel bir gerçeği de yansıtıyor. Ergenliğe giriş yaşının giderek küçüldüğüne dikkat çeken araştırmacılar bunun nedenleri hakkında da bir takım varsayımlar üretiyorlar. Bu varsayımlar genellikle günümüz yaşam koşulları ve ergenlik arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Ekolojist Sandra Steingraber’a göre özellikle de gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde gençlerin televizyon ve bilgisayar başında çokça zaman geçirmeleri melatonin hormonu salgılarını azaltıyor. Salınımı beden hareketleriyle ilişkili olan bu hormon biyolojik saatimizin düzenlenmesinde görev alıyor. Bu noktada melatonin hormonunun ergenliği bastırıcı bir etkisinin olduğunu da belirtmemiz gerekiyor. Bu hormon seviyesi azaldığında vücut kendisini ergenliğe hazırlıyor. Dolayısıyla değişen yaşam koşullarıyla az melatonin salgılayan gençler ergenliğe daha çabuk giriyor. Beden hareketini azaltan tek etmen televizyon ve bilgisayar değil elbette. Çocukluk obezitesi (aşırı kilo) de benzer sebepten erken yaşta ergenliği tetikleyebiliyor. Kaynak: http://www.sciam.com/article.cfm?id=the-environmental-effect-on-puberty
YEMEK YEMEYİ TETİKLEYEN ETMENLER Bu hafta, yemek zamanı ve yemeğin tadının yemek yeme davranışımız üzerindeki etkisinden bahsediyoruz. Gelecek haftaysa kültürün etkisine değineceğiz.
Yemek Zamanı ve Yemeğin Tadı Yemek yeme alışkanlıklarımız, geçmiş deneyimlerimiz yoluyla öğrendiklerimizden büyük ölçüde etkileniyor. Birçok insanın öğle yemeğini aynı saatte yediğine dikkat ettiniz mi? Normal şartlar altında farklı kişilerin farklı metabolik hızlara sahip olduğunu, kahvaltıda yediklerinin çeşitlilik gösterdiğini ve bedenlerindeki depolanmış yağ miktarının değişik yüzdelerde bulunduğunu göz önünde aldığımızda öğle yemeğine aynı saatte oturmaları beklenmeyecek bir durum. Ancak klasik olarak birçoğumuz düzenli yemek saatlerinde yemeye koşullandığımızdan aşağı yukarı aynı saatlerde acıkıyoruz. Diğer bir deyişle, enerjiye ihtiyaç duyduğumuzdan değil, yemek zamanı geldiği için yiyoruz. Yemek zamanının geldiğini haber veren saat aslında bir şekilde Pavlov'un ziliyle aynı görevi görüyor. Öyle ki, yemek yeme davranışını tetikleyen beklentileri arttırarak bedeni sindirime hazırlıyor. Örneğin, kandaki insülin artışı glukoz kullanımını arttırarak kısa süreli açlık hissi yaratıyor. Benzer etkiyi yemeğin kokusu ve görüntüsü de yaratabiliyor. Değil yalnızca görüntü ve koku, taze ekmeğin, fırından yeni çıkmış bir pizzanın ya da sevilen bir tatlının düşüncesi bile açlığa neden olan beden reaksiyonlarını tetikleyebiliyor. Yemek yeme davranışımızı tetikleyen en önemli etmenlerden biri yemeğin tadı. Araştırmacılar, pek çok yiyecek seçeneği sunulan farelerin tek bir yiyeceğe maruz bırakılan hayvanlara göre çok daha fazla yediklerine dikkat çekiyor. Benzer etki, biz insanlar için de geçerli. Örneğin, yılbaşı ya da özel günlerde kurulan ziyafet masalarındaki çeşitlilik, daha fazla yemek yememize neden oluyor. Gerek farelerin, gerekse insanların fazla yiyecek seçeneği sunulduğunda daha fazla yemesinin nedeni belli bir lezzete karşı hassasiyetin çabukça kayboluşu. Örneğin, makarna yiyorsak bir süre sonra makarnanın tadına karşı hassasiyetimizi kaybediyoruz. Dolayısıyla, doygunluk hissediyoruz. Olaya evrimsel olarak bakacak olursak, çeşitli lezzetle beslenen bir hayvanın daha zengin besin öğelerine ulaşımı söz konusu. Bu da, tek çeşit yemekle beslenen diğer hayvanlara göre ona avantaj sağlayacağından içgüdüsel olarak her çeşitten yemeği yeme gereği duyuyor. DOLUNAY DAVRANIŞLARIMIZI ETKİLİYOR MU? Dolunay zamanı kültürel öğelerin de etkisiyle kurt adamlar, cinayetler, seri katiller ve uğursuzluklarla bağdaştırılır. Oysa yapılan bilimsel araştırmalar öyle gösteriyor ki popüler inanışın aksine dolunay zamanlarının davranışlar üzerinde herhangi bir özel etkisi bulunmuyor. Konu üzerine uzun yıllar araştırmalar yapmış Kanadalı psikolog Ivan Kelly, yapılan çalışmaların birbiriyle tutarlılık göstermediğini ve dolunayda davranışların değiştiğine yönelik sonuç veren her çalışmaya karşılık aksi tezi savunan bir diğerinin de mutlaka bulunduğunu söylüyor. Çılgın Köpekler? 2000 yılında biri İngiltere, diğeriyse Avustralya Sydney'de yapılan iki farklı çalışma dolunay zamanında köpek saldırısına uğradığı şikâyetiyle hastaneye başvuran hasta sayılarıyla normal dönemlerdeki başvuruları karşılaştırmış. Simon Chapman tarafından yürütülen Avustralya'daki çalışma sonucunda köpek saldırıları ve dolunay zamanı arasında anlamlı bir ilişki bulunamazken, Chanchall Bhattacharjee ve araştırma grubu İngiltere'deki çalışmalarında dolunay zamanında köpek saldırılarının iki katına çıktığını gözlemlemişler. Bu çelişkileri sonuçları değerlendiren Washington Üniversitesi'nden psikolog Eric Chudler, suç oranları, polis tutuklamaları ve intihar davranışlarında da dolunay zamanının anlamlı farklar yaratmadığına parmak basmış. Chudler, bilim tarafından desteklenmemesine rağmen insanların halen dolunay zamanındaki suçları ve trafik kazalarını dolunayın etkisine bağlamakta ısrar ettiklerine dikkat çekiyor.
Chudler, popüler inanışın halen dolunayda davranışlarımızın değiştiği yönünde olmasını seçici hafızayla açıklıyor. Dolunay zamanında olağanüstü bir şeyler olduğu zaman insanlar bunu ayın durumuyla bağdaştırma eğilimi gösteriyorlar ve zihinlerine o şekilde kodluyorlar. Oysa örneğin, dolunay dışında bir zamanda işlenmiş herhangi bir cinayet durumunda ayın durumunu görmezden geliyorlar. Chudler'a göre bu yanlış inanışın bir diğer nedeniyse birbiriyle ilişkili olmayan olaylar arasında neden sonuç ilişkileri kurmak. Olumsuz bir olayın dolunay zamanında gerçekleşmiş olması, o olaya neden olan durumun dolunay olmasını gerektirmiyor. Sonuç olarak, dolunay konusundaki düşüncelerimiz filmlerdeki kurt adam senaryoları ve medyanın da etkisiyle popüler etkilerden kurtulamasa da yapılan bilimsel çalışmalar dolunayın kişilik ve davranışlar üzerinde herhangi bir etkisinin bulunmadığına işaret ediyor. Kaynak: http://news.nationalgeographic.com/news/2002/12/1218_021218_moon_2.html
• Dizisel Konum: Araştırmalar gösteriyor ki, çalışmanın ortasında öğrenilen bilgiler unutulmaya en yatkın olanları. Bu nedenle de, okulda ders ortalarında öğrencilerin daha dikkatli olmaları ve ders çalışırken konuları sürekli farklı sıralara koyarak okumaları öneriliyor. • Özümleyerek Tekrar Etme: Kimi zaman ders çalışırken kendimizi konuların arasında kaybolmuş hissederiz. Bu gibi durumlarda, görsel düzenlememler yapmanın ve şemalarla bilginin bütününü de kavramanın bellek adına yararlı olacağı söyleniyor. • Üst Bellek (Metabellek): Üst bellek üzerine yapılan çalışmalara göre insanlar genellikle neyi bilip bilmediklerine dair güçlü bir iç görüye sahip oluyorlar. Araştırmacılarsa, özellikle de süreyle sınırlandırılmış bir sınav sırasında hangi sorulara daha fazla zaman ayırmamız konusunda bu iç görülerin bize rehberlik edebileceğine dikkat çekiyor. Kaynak:
Evrim ne diyor? Endorfin hormonunun salgısı tetiklenirse.
Çikolata niçin iyi hissettiriyor? Çikolatanın içerdiği iki güçlü kimyasal ve etkileri:
Alkolün Uzun Dönemde Bedene Verdiği Zarar: Alkolün uzun süreli diğer etkileri.
Alkol Bağımlılığı (DSM-IV kriterleri) Psikoterapi tedavide nasıl yardımcı oluyor? Uzmanlar insomni (uyku uyuyamama) sorunu olanlara ne öneriyor? İnsomni: Uyku uyuyamama sorunu olarak belirtilen insomni toplumda görülme yüzdesi en yüksek uyku problemi.
Kişiliğimiz hangi etkilerin altında? Kişilik konusundaki karmaşaya her psikoloji ekolü kendisine has bir açıklama getiriyor olsa da, bugün en yaygın görüşlerden biri de kişiliğin içsel/ bilişsel, davranışsal ve çevresel faktörlerden etkileniyor olduğu. Buna sosyal-bilişsel görüşte karşılıklı determinizm deniyor.
Psikolojik hastalıkların kökeninde ne var? Bugün, akıl hastalığı üzerinde çalışmalar yapan pek çok araştırmacı, psikolojik hastalıkların gerek genetik mirastan ve fizyolojik durumlardan, gerekse içsel psikolojik dinamikler ve çevresel etmenlerden kaynaklandığını düşünüyor
Kan Grubu ve Karakter Kan gruplarının karaktere bir etkisinin olabileceğine dair söylenceler 1920 ve 30'ların Japonya'sında, o dönemlerde çıkan bir takım ırkçı söylemlere tepki olarak doğuyor. Bu ırkçı söylemler, kan gruplarındaki istatistiksel dağılımından yola çıkarak farklı toplumların evrim basamağında farklı bir basamaklarda yer aldığını iddia ediyor. Ancak bugün, yapılan bilimsel çalışmalar, bu söylenceyi destekler nitelikte değil. Yani kan gruplarıyla bireylerin karakterleri arasında herhangi bir ilişki bulunmuyor. Psikologlar, yaygın inanışa göre karakteriyle o karakterle bağdaştırılan kişilik özellikleri uyuşan kişilerin bu durumunu "kendi kendini doğrulayan bir kehanet" olarak yorumluyor. Daha açık bir şekilde, çevresi tarafından bir takım beklentiler geliştirilen kişi, bu beklentileri içselleştirerek bir süre sonra benzer şekilde davranmaya başlıyor.
Beyindeki sinir hücrelerinin kendilerini yenileyebilme yetisinden yoksun olduklarını gösteren çalışmaların öncüsü 1960'larda yaptığı çalışmalarla ismini duyuran bir sinir bilimci: Dr. Pasko Rakic. Nitekim felç ya da diğer beyin zedelenmelerinde hastaların kaybettikleri konuşma ve yürüme gibi yetileri daha sonradan tekrar edinememeleri de bu bulguları destekler nitelikte. Ancak başlangıcı 1965 yılında sıçanlar üzerinde yapılan deneylere dayanan ve son yıllarda hız kazanan bir takım çalışmalar, beyindeki bazı bölgelerde sinir hücrelerinin yenilenebildiğini gösteriyor. Özellikle de belleksel işlevleri olan hippokampüs bölgesi ile makaklar üzerinde çalışılan üst düzey bilişsel işlemlerden sorumlu ve evrimsel gelişimde son sırada yer alan düşünme, koklama ve duyma ile ilişkili korteks bölgelerinin kök hücreler sayesinde sinirsel yönden yenilenebildikleri bulgular arasında. Ancak bilim insanları, bu çalışma sonuçlarının Alzheimer ya da Parkinson gibi sinir hücreleri kaybı içeren bir takım hastalıkların tedavisinde kullanılabilmesi için klinik ve uygulamaya yönelik daha çok çalışma yapılması gerektiğini söylüyorlar.
Araştırmalar öyle gösteriyor ki, doğuştan görme duyusu olmayan birinin rüyalarında görsel figürler yer almıyor. Bu kişilerin rüyaları görsel nesneler yerine yürüme duyusu, ya da mutlu olma hissi gibi günlük hayatta deneyimledikleri duygu ve duyulardan oluşuyor. Uzmanlar rüyalarda görsel figürler görebilmek için öncelikle bu deneyimi yaşamış olmak gerektiğini vurguluyor.
Sol elini kullanan kişilerin daha zeki olduklarına dair bugüne değin pek çok şey yazılıp çizildi. Bilim dünyasındaki tartışmalarda konuyla ilgili iki güçlü varsayımdan ilki "bilişsel kalabalık kuramı". Biliyoruz ki beynin sol yarım küresi dil ve sözel becerilerde baskınken, sağ yarım küresi daha çok matematiksel ve uzamsal (mekânsal) becerilerde söz sahibi. Sol el hareketlerini beynin sağ küresinin, sağ el hareketlerini ise sol küresinin yönettiğini düşünecek olursak bilişsel kalabalık kuramı solakların uzamsal ve matematiksel becerilerde daha düşük performans göstermelerini öngörüyor. Çünkü bu yetenekleri kontrol eden sağ yarım küre aynı zamanda sol el hareketlerinin de yönetildiği merkez. Yani etkinliği ikiye bölünmüş oluyor. Oysa sağ elini kullananların el hareketlerini sol yarım küre yönetiyor ve sağ yarım kürenin özelleştiği matematiksel yeteneklerde daha başarılı oluyorlar. İkinci varsayımsa her iki elini de kullanabilenlerin matematiksel becerilerinin daha yüksek olduğunu, çünkü matematiğin sol (dilsel) ve sağ (mekânsal) yarım küreler arasındaki etkileşimi gerektirdiğini söylüyor. Her iki eli kullanabilme becerisininse genelde solaklarda olduğuna dikkat çekerek, solakların matematiksel becerilerinin daha güçlü olduğunu savunuyor. Araştırmaların çoğu ikinci kuramı, yani solakların matematiksel becerilerde daha başarılı olduklarını desteklemekte. Ancak yine de konu hakkında ortaya atılan her bulgu daha fazla araştırmaya gereksinim duyulduğunu vurgulamaya devam ediyor. Kaynak: Tırnak yeme genellikle çocuklarda görülen bir davranış. Araştırmalar 6 yaş civarı çocukların yaklaşık 25%'inin tırnak yediğini ortaya koyuyor. Bu davranış bozukluğunun çocuğa gerek fiziksel gerekse sosyal anlamda olumsuz etkileri olabileceği düşünülünce konu hakkında yapılan araştırmaların sayısının yüksekliği de kaçınılmaz oluyor. Tırnak yeme alışkanlığının nedenine ilişkin iki temel açıklama var. İlki, bu davranışı kaygıyla bağıntılandırıyor (Hadley, 1984). Sinirleri gerilmiş bir çocuğun bunu dışarıya tırnak yiyerek yansıttığını söylüyor. İkincisiyse "çevresel baskılanma" varsayımı (Schendler, 1984). Bu varsayımsa motor hareketleri kısıtlanmış çocukların tırnak yemeye daha eğilimli olduklarını savunuyor. Günümüzdeki çalışmalarsa genelde bu iki temel üzerinden yapılıyor.
VOODOO ÖLÜMÜ
Voodoo ölümü Haiti kültürüne ait bir öğe. Ölüm, kişinin kendisine büyü yapıldığına inanmasından hemen sonra, geçmişinde hiçbir fizyolojik neden yokken, zamansız bir şekilde gerçekleşiyor. Ancak olur da bu süreç içerisinde söz konusu kişi büyünün bozulabileceğine ikna edilebilirse bu ölüm gerçekleşmeyebiliyor. Bir kişinin tamamen psikolojik nedenlerden ötürü ölüme sürüklenebiliyor olması bizleri olduğu kadar doktorları da hayrete düşürüyor. Ancak zihnin fizyolojik işleyişler üzerindeki etkileri konuyu aydınlatmakta yol gösterici olabiliyor: • Kişilik özelliklerinin ölüm riski üzerine etkileri Voodoo ölümüyle yakın ilişki içerisinde. Psikolojik etmenler, psikosomatik (psikofizyolojik) hastalıkları tetikleyebiliyorlar. Yaygın psikosomatik hastalıkların arasında ise ülser, asma, kronik baş ağrıları, hipertansiyon ve koroner kalp hastalıkları geliyor. • Üzerine dikkat yoğunlaştırılan bir diğer konuysa "nevroz, şizofren ya da kişilik bozukluğu"na sahip hastaların sigara içme, dikkatsizce araba kullanma, sağlıksız beslenme ve alkol kullanımı gibi yüksek risk davranışlarını daha sık gösteriyor olmaları. Bizlim insanları, psikiyatri hastalarının zamansız ölüm risklerinin normal nüfusa göre daha yüksek olduğunu belirtiyor. • Kişilik tipleriyle koroner kalp hastalıkları arasındaki ilişkiyse bir diğer nokta. Histeri, nevrotizm ve somatik şikayetler koroner hastalıkların ilk belirtileriyle büyük uyum gösteriyor. Ancak yine de kişilik özelliklerinin birinin yaşam süresini kısaltıp kısaltamayacağına dair net ve kesin bir bulgunun olmadığının altı çiziliyor. • Son olaraksa kişinin stresle başa çıkma yöntemlerine değiniliyor. Üç farklı başa çıkma yöntemi sıralanıyor: Sabit, içe gerilim ve dışa gerilim. Gerilimi psikofizyolojik tepkiyle (içegerilim) yansıtan hastalar onu öfke ve şiddetle (dışa gerilim) yansıtan hastalara göre daha yüksek zamansız ölüm riski taşıyor. Bu kişiler, kaygı, iştah kaybı ve uyku düzen bozuklukları gösteriyor. • Sosyo-kültürel etmenlerin de ölüm zamanıyla ilişkilendirilebileceğine dair bulgular bulunuyor. Duygusal bir bağla inanç duyulan, örneğin kutsal olduğuna inanılan günler içerisinde ölüm oranları artabiliyor. Bu da bizlere Voodoo ölümünün psikolojik ve sosyal etmenlerden nasıl da etkilenebileceğini gösteriyor. Sonuç olarak, saydığımız tüm bu faktörler zihnin sağlık ve ölüm zamanı üzerine etkilerini gözler önüne seriyor. Voodoo ölümü ise, her ne kadar tartışmalı bir konu olmayı sürdürse de, bilim insanlarınca çizdiğimiz bu çerçeve içerisinde incelenmeye devam ediliyor. Kaynak: http://www.yetiarts.com/aaron/science/voodoo.shtml
Ciddi psikolojik rahatsızlıkları olan insanların rüya görmediği doğru mudur? Eğer öyleyse sebebi nedir? (Orçun Koçak) Her sağlıklı insan gibi psikolojik rahatsızlıkları olan hastalar da rüya görüyorlar. Ancak yapılan çalışmalar öyle gösteriyor ki, bu hastaların gördükleri rüyalar farklı özellikler barındırabiliyorlar. Bu özelliklere birkaç örnek derledik; şimdi gelin hep beraber bu örneklere göz atalım: 1) Sanrılar Uyku sırasındaki zihinsel aktivite beyinde genetik olarak miras alınan ya da yaşam süresince deneyimlenen anıların saklandığı beyin bölgelerinin uyarılmışlık durumuyla ilişkili. Kişi yaşlandıkça ya da radyasyon gibi dış etkilere maruz kaldıkça sinaptik bağlantılar zayıflıyor ve bu durum uyanıklık durumunda da rüya benzeri bazı sanrıların görülmesine neden oluyor. (Kavanau, 2002) 2) Madde Kullanımı Beyindeki ventral tegmentum bölgesi hem rüya görmede hem de madde bağımlılığında söz sahibi. Çoğu bağımlılığın tedavisi sırasında hastalar madde kullandıklarına dair rüyalar görüyor. Bir grup hasta üzerinde yapılan bir çalışma (Christo & Francy, 1996), tedavi gören hastalardan maddeye dair rüyalar görenlerinin tekrar bağımlı hale gelme olasılıklarının daha yüksek olduğunu gösteriyor. Bunun nedeni ise, çoğu bağımlılık yapan maddenin ventral tegmentumdaki dopaminerjik aktiviteyi arttırmasıyla açıklanıyor. Bu aktivite, rüyaları da etkiliyor. 3) Şizofreni Yapılan çalışmalar, şizofreni hastalarının rüyalarının normal gruba göre daha basit ve garip öğelerden arınmış olduğuna dair. Ancak sık sık, içeriklerinde hoş olmayan duygular barındırabiliyorlar. Şizofreni hastaları rüyalara fazla ilgi duymuyorlar. Rüyalarında genellikle gerçek üstülüklerdense normal ancak şiddet yönelimli öğelere rastlanıyor. 4) Manik Depresyon Manik depresif hastalar mani dönemlerine girmeden önce ölüm ve yaralanma konuları içeren garip rüyalar görüyorlar. Bir başka bulguysa rüyalarının depresyon hastalarına göre daha fazla kaygı öğesi taşıyor olması (Beauchemin & Hays, 1995) 5) Depresyon Depresyonda rüya görme sıklığı düşüyor (Kramer, 2000)Bu hastaların rüyalarında mazoşist öğelere, başarısızlık ve felaket senaryolarına rastlanabiliyor. Yine bir başka çalışma (Cartwright, 1984) depresyon hastalarının rüyalarının kendi geçmişlerine yönelik pek çok anı barındırdığını ortaya koyuyor. 6) Zekâ Geriliği Hastalar genellikle basit rüyalar görüyorlar ve içeriklerinde sıkça ev ve ev ortamına dair olaylara rastlanıyor. Erkekler daha saldırgan içerikli rüyalar görüyorken kadınların rüyaları daha renkli oluyor. Bir yerlerden düşme öğesine sık rastlanıyor. (Kramer & Roth, 1979). 7) Travma Sonrası Stres Bozukluğu Hastalar sürekli bir seyir gösteren ve aynı tipte rüyalar görüyorlar. Bu rüyalar genellikle canlı, sanki rüyanın içinde yaşanıyormuşçasına, rahatsız edici ve kolay hatırlanabilir oluyor. Sıkça uyanmalar, motor aktivitesindeki yükselme ve terleme, hastaların rüyalarındaki huzursuzluğun göstergeleri olarak ele alınıyor (Wilmer, 1996).
Ben "düşünce duyguyu yönetir" diyorum, bu ne kadar doğrudur? Teşekkürler. (Duygu Gezgin) Genellikle günlük hayatımızda deneyimlediğimiz olayların doğrudan doğruya o olayla ilgili duyguların oluşumuna yol açtığı yanılgısına düşüyoruz. İşe geç kaldığımızda kaygılanıp iltifat aldığımızda mutlu olmamız gibi. Oysaki bilim insanları, bu olayın bize ne ifade ettiğine dair zihnimizde oluşturduğumuz yorumların da en az olayın kendisi kadar önemli olduğunu söylüyorlar: Olay (Bizde herhangi bir duyguya yol açması beklenen durum) Sorunuza bu çerçeveden bakacak olursak, düşüncelerimizin duygularımızın oluşumunda önemli bir paya sahip olduğunu söyleyebiliriz. Ancak araştırmacılar, burada bahsettiğimiz düşüncelerin farkında olduğumuz ve bilinçli bir düşünme süreci sonrasında ortaya çıkan düşüncelerden ziyade adına " otomatik düşünceler " denilen tarzda olduğunu da ekliyorlar. Otomatik düşünceler günlük hayatımızda karşılaştığımız olaylar karşısında öyle çabuk oluşturuluyorlar ki, çoğu zaman bilincinde olmamız imkânsızlaşabiliyor. İkincil duygularsa birincileri takiben, onlar üzerinden yürütülen zihinsel işleyişlerle ortaya çıkıyor. Bunlar kimi zaman birkaç duygunun karışımından da oluşabilmekte. Daha açık bir ifadeyle, zihinsel işleyişler etkin bir biçimde bu noktada devreye girebiliyor. Uykusuz geçirdiğimiz geceler arttıkça, uykusuzluğun üzerimizdeki psikolojik ve biyolojik etkileri de değişiyor: 1 gece uykusuzluk: Kişi kendisini rahat hissedemese de, bünye bir gece uykusuz kalmayı tolore edebiliyor.
İşte, o ölçek: Standford Hipnoza Duyarlılık Ölçeği: 1.) Kolların düşmesi: Katılımcıya açık kollarının giderek ağırlaştığı söyleniyor ve kollar yavaşça düşmeye başlıyor. Vücut ısımızı kontrol . Doğal seçilim biz insanların çok düşük ya da çok yüksek sıcaklıklarla başa çıkmasına yardım etmiş. Yüzey alanı-hacim oranı yüksek olan kişiler deriden ısı katbetmeye daha yatkın olduğundan, tropiklerde yaşayan insanlar genelde uzun boylu ve zayıfken, kutup sakinleri daha kısa ve kilo olarak daha toplu. |