ZAMAN ALGISI
"Düşünüyorum da, zamanınızı yanıtı olmayan bilmeceler sorarak harcayacağınıza daha iyi amaçlar adına kullanabilirsiniz." dedi Alice.
"Eğer ki Zaman'ı benim kadar iyi tanımış olsaydınız" diye yanıtladı Şapkacı, "O'ndan harcanabilen bir nesne olarak değil, bir kişi gibi bahsederdiniz."
"Ne dediğinizi anlamıyorum." diye söylendi Alice.
"Elbette ki anlamıyorsunuz!" diye baş salladı Şapkacı kibirli bir tavırla. "Öyle tahmin ederim ki, Zaman'la bir kez olsun konuşmamışsınızdır bile."
"Zannedersem hayır" diye yanıtladı Alice tedbirle. Ancak müzik dinlerken ne kadar zaman aralıklarıyla tempo tutulması gerektiğini biliyorum."
"Ya, işte şimdi anlaşıldı." dedi Şapkacı. "Zamanın temposu tutulmaz. Oysa O'nunla iyi geçinmeyi bir öğrenebilseniz, saati hep sizin keyfinize göre işletir. Söz gelişi sabahleyin saat dokuzda, tam derslere başlama vakti, ona şöyle bir fısıldadınız mı, gözünüzü açıp kapayana kadar fırt diye döner, bir de bakarsınız saat 13.30 olmuş, tam yemek vakti!".
Alice Harikalar Diyarı'nda, Lewis Caroll, Bölüm 7
Kuşkusuz hepimizin ortak deneyimidir; mutlu zamanlarımız çabucak tükeniyorken, stres dolu bekleyişlerimiz yorar, bir türlü geçip bitmez. Örneğin, geleceğimize yön verecek bir sınavın sonuçlarının açıklanmasına birkaç saat kaldıysa, o birkaç saat bize birkaç gün gibi bile gelebilir. Ancak yıllardır görmediğimiz yakın bir arkadaşımızla yaptığımız keyifli bir akşam sohbeti, sanki dakikalara sığıvermiştir. Zaman algısındaki bu kişisel ve ansal farklılıkların bilim dünyasınca çözülmeyi bekleyen en büyük gizemlerden biri olduğunu söyleyebiliriz. Peki, eğer ki zamanı tahmin gücümüz, duygu durumu ve beklentilerimizle bu denli etkileşim içindeyse, acaba sabit bir zaman duyusuna sahip olabilir miyiz? Sözünü ettiğimiz bu soru, bir yüzyılı aşkın süredir psikologların aklını kurcalamaya devam ediyor.
Zaman algısını deneylerle sınamak, çoğu kez yalnızca süreölçer özelliği bulunduran bir saat gerektirecek kadar kolay oluyor. Deney modellerinin en yaygınında katılımcılar, fiziksel ya da düşünsel olarak gerçekleştirdikleri çeşitli davranışlar sonunda ne kadar süre geçmiş olabileceğini sözle dile getiriyorlar. Daha açık bir deyişle, eyleme başladıklarından itibaren ne kadar zaman geçmiş olabileceğine dair tahminlerde bulunuyorlar. Uygulama ve test tasarımı bu denli basit ve kolay bir alanda kuramsal açıklamaların yetersizliği ve bulanıklığıysa zaman bağlamının başlı başına karmaşık bir yapıya sahip oluşundan kaynaklanıyor. Özellikle de Einstein'ın görecelilik kuramından sonra zamana dair bildiklerimizi bile tekrar sorguluyorken, kişilerin kendilerine has akıl süreçleri içinde yoğrulan değişken zaman algılarını açıklayabilmek hiç de kolay görünmüyor. Bugüne değin zaman algısına dair biriken düşünsel ve bilimsel birikimse öyle gösteriyor ki, insanoğlu zamanı iki kaynak üzerinden değerlendirip algılıyor. İlk kaynak fizyolojik işleyişlerden güç alıyor. İkincisiyse genel bilişsel süreçlerimizden etkileniyor.
"Zaman Duyusu Var mı?
Duyu kavramı, özünde bedene etkide bulunan fiziksel bir uyaranın sinirsel yollarla kod edilmesi anlamı taşıyor. Beş duyumuzla görüp, duyup, tadıp, koklayıp hissediyoruz. Ancak zaman, elbette ki, sinir sistemimizin yanıt vereceği kimyasal ya da fiziksel bir uyaran niteliği taşımıyor. Örneğin, zaman duyularını harekete geçirecek herhangi bir çevresel zaman uyaranı bulunmuyor. Buna rağmen şu da bir gerçek ki yaşadığımız fiziksel fenomenler, zihnimizde illa ki bir zaman bağlamı içinde değerlendiriliyor. Öyleyse, kimi çevresel olayların içeriklerinde zaman bilgisi de taşıdıklarını çıkarımına varabiliyoruz. Güneşin gökyüzündeki konumu ve çevremizde olup biten sosyal aktiviteler bizlere günün hangi diliminde olduğumuz konusunda kabaca bir bilgi verebiliyor. Fakat zaman algısı dediğimizde, böylesi ipuçlarından elde ettiğimiz çıkarımlardan ziyade aslında herhangi bir sürecin dolaysız ve net farkındalığından bahsediyoruz. Bu da içsel bir saatin var oluşunu gerektiriyor. Kalp ritimlerinin, nefes alıp verişlerin ya da beyindeki elektriksel aktivite döngülerinin sayımı gibi beden referanslı ölçümlerin varlığını. Hepimizin tahmin edebileceği üzere biyolojik saatlerimiz aslında tam da bu görevi görüyor. Adına "Sirkadyan Ritimler" de denen bu döngüler tek hücreli canlılardan insanoğluna değin evrim basamağındaki tüm canlılarda bulunuyor. Biyolojik döngülerle günlük zaman süreçlerinin farkına varan organizmalar, yiyeceğe erişim, avcıların varlığı ya da karanlığın bastırması gibi pek çok yaşamsal değişimler konusunda beklenti oluşturabiliyor. Örneğin, uyku, beslenme, beden sıcaklığı, hormonsal ve metabolik döngüler biyolojik saatlerce kontrol ediliyor. Biyolojik saatleri güneş ışığı gibi temel çevresel etmenlerden soyutlayarak yalnızca bedensel ve içsel bir referans kaynağı olarak değerlendirebiliyor oluşumuzsa deneysel dayanaklara sahip. Yapılan araştırmalarda, ışık, ses, sıcaklık gibi her türlü çevresel ipucundan yalıtılmış mağaralarda tutulan bitki ve hayvanların tüm bu koşullara rağmen yaşamsal döngülerini yine de düzenleyebildikleri görülüyor. Ancak, biyolojik saatlerin tamamen içsel kaynaklı oluşunu iddia ederken deneysel bir hata payımızın da bulunduğunun altını çizelim. Çünkü dünyanın dönüş hızı ve manyetik çekimler gibi ilk başta göz ardı edilebilecek dış uyaranlar özellikle de bazı canlı türleri için kimi kez büyük bir referans kaynağı olabiliyor. Tüm bu bilgilerin ışığında, biyolojik saatlerimizi bir tür zaman duyusu olarak görebilir miyiz? İşte bu sorunun yanıtı, bilim dünyasında halen tartışmalara neden oluyor. Bir grup bilim insanı biyolojik saatlerle zaman algısı arasında bir ilişki olabileceğini düşünüyor. Öyle çalışmalar var ki, deneyde uyku döngüsü aksayan ve uykuya dalma ve uyanma süreleri uzayan katılımcıların zaman tahminleri de nesnel zaman birimlerini aşıyor. Bu veriler, biyolojik ritimlerle zaman algısının aynı mekanizmalarca kontrol edilebiliyor olacağı şüphesi uyandırıyor. Karşı görüşte olan bilim insanlarının fikirlerini destekler nitelikte de bulgular yok değil. Örneğin, kimi etkiler zaman algısını değiştirirken biyolojik saatlerde bir değişiklik yaratmayabiliyor. Tıpkı beden sıcaklığının artıp azalmasının zaman algısını değiştirip, biyolojik döngülerde herhangi bir etki yaratmaması gibi.
Fizyolojik Etkiler ve Zaman Algısı
Zaman algısının fizyolojik bir takım etkilere açık olduğuna dair erken dönem bulgularından biri, fizyolojist Hudson Hoagland'ın eşinin ateşli bir hastalığa yakalandığı dönemde edindiği gözlemlere dayanıyor. Hoagland, eşinin ateşinin yükseldiği dönemlerde belli süreçleri zamansal açıdan daha "uzun" değerlendirdiğini fark ediyor. Bu gözlem, O'nu zaman algısındaki bir takım algısal çarpıtmaların beden sıcaklığına bağlı fizyolojik işleyişlerden kaynaklanabiliyor olabileceği fikrine itiyor. Öyle ki, yüksek sıcaklığın bedende gerçekleşen kimyasal tepkimeleri ve pek çok biyolojik mekanizmayı hızlandıracağını göz önünde bulunduran fizyolog, zaman duyusunun beyindeki sıcaklığa duyarlı kimyasal saatlerle ilişkili olduğunu öne sürüyor.
Fizyolojik etkilerin önemine vurgu yapan ikinci bir örnekse psikoaktif ilaç çalışmalarından geliyor. Yatıştırıcı ilaçlar, uyarıcılar ya da alkol kullanımı da zaman algısında çarpıtmalara neden olabiliyor. Maddelerin bu etkisi, fizyolojik hız ayarlayıcı mekanizmaların çalışmalarını etkilemeleriyle açıklanıyor. Vücutta dopamin seviyesini arttıran maddeler zamanın daha hızlı geçtiği izlenimi uyandırırken, dopamin seviyesini azaltan maddeler zaman algısını yavaşlatıyor. Dopaminin mutluluk salgısı olarak da geçtiğini düşünecek olursak, mutluluğu tetikleyen bir maddenin zamanın çabuk geçtiğini düşündürüyor olması aslında bizleri başladığımız noktaya geri getiriyor. Mutluyken niçin zaman daha çabuk geçiyor?
Bilişsel Süreçler Zaman Algımızı Etkiliyor
Her ne kadar fizyolojik değişimler ve biyolojik saatler zaman algımıza dair önemli ipuçları verse de, bilişsel süreçlerimizin etkisi kuşkusuz yadırganamayacak ölçüde büyük ve önemli. Bu noktada herhangi bir sürenin zaman birimleri ölçüsünde tahmininde duyusal uyaranların zenginliği, dikkat ve belleğin rolü de ön plana çıkıyor. Duyusal uyaranların zenginliği, belli bir süre içinde duyu sistemimizi etkinleştiren çevresel etkilerin sayısını kapsıyor. Örneğin, kalabalık ve gürültülü bir ortamda kısıtlı bir sürede daha fazla zamanın geçmiş olduğunu düşünebiliyoruz. Ancak bu genellemeye uymayan durumlar da yok değil. Boş bir odada tek başımıza vakit geçirdiğimizi düşünelim. Can sıkıntısı, dakikaları saatler olarak yorumlamamıza bile neden olabiliyor. Böyle bir durumda, zihnimiz ne zaman birilerinin odaya gireceği, bu bekleyişin ne zaman sona ereceği konusunda öyle meşgul oluyor ki, küçük anları bile yine büyük zaman dilimleriymişçesine algılayabiliyor. Öyleyse zihinsel aktivite de, zaman algısında en az çevresel uyaranlar kadar önem kazanabiliyor. Öyle ki, uyarıcı ilaçların zaman algısında yarattıkları değişim çoğu kez düşünce, duyu ve duygu deneyimlerindeki artışla da açıklanabiliyor. Kısaca toparlamamız gerekirse, zaman algımız gerek dış dünyadaki fiziksel uyarımlardan gerekse zihnimizdeki düşünce yoğunluğu ve duygu durumumuzdan kaynaklanabiliyor. Bir diğer etmense dikkat unsurları olarak göze çarpıyor. Bir işe yoğunlaştığımızda, saatlerin nasıl geçip gittiğini anlayamayabiliyoruz. Ancak tam aksine, zamanın kısıtlı olduğu bilgisini aklımızda tutup da herhangi bir sürecin sonlanmasını beklerken de dikkatimiz dış ve iç uyaranlara çabucak yönelebildiğinden o zaman dilimi olduğundan daha uzun algılanabiliyor.
Arıların, buldukları bir yiyecek kaynağını kolonilerine haber verirken, kovanla yiyecek arasındaki uzaklığı diğer işçi arılara, yaptıkları özel bir dansla ve bu dansın süresiyle bildirdiklerini biliyoruz. Bu uzaklığı algılarıysa yol sırasında gözlerinin önünden geçen görsel uyaran konturlarının sıklığıyla azalıp artabiliyor. Örneğin, uyaranın az olduğu bölgelerde kat ettikleri mesafeleri daha kısa algılayabiliyorlar. Tıpkı bizlerin zaman algısının da duyusal uyaran zenginliğinden etkilendiği gibi.
Kaynaklar:
Warren H. M. (2005), Neuropsychology of timing and time perception . Brain and Cognition Vol 58, pg 1 .
William Friedman (1990), About Time. The MIT Pres
YILLARCA GÖRMEYEN GÖZLER AÇILDIĞINDA.
"Ve bebek açtı gözlerini dünyaya: Sürekli değişen suretler, can alıcı, parlak renkler, bir uzayıp bir kısalan, şişip sonra sönen cisimler, gölgede kalan bedenler. Şaşkın bir ifade vardı yüzünde, anlam yüklemeye çalıştığı dünyaya fırlattığı ilk bakışları meraklı."
Algı düşün tarihi boyunca insanoğlunun merakını uyandırmış, ilkçağ filozoflarından günümüze en çok irdelenip üzerine fikirler üretilen konulardan biri olagelmiş. Algı üzerine söylemlerin özellikle de "görsel algı " odaklı oluşu kuşkusuz herhangi bir tesadüf değil. Bugün, her ne kadar bilim gözün yapısı ve uyarıcıların sinirsel düzeyde beyne iletimi konusunda geniş bir bilgi birikimi ve zenginliğine sahipse de retinanın üzerine düşen iki boyutlu girdinin üç boyutlu görüşe nasıl çevrildiğini, derinlik, uzaklık, şekil, renk ve hız algılarının ne tür mekanizmalar çerçevesinde işlediğini, günlük hayatımızın bir parçası olan görsel yanılsamaların ardında yatan gerçeklerin neler olduğunu açıklamada ve güçlü ispatlar sunmada çoğunlukla yetersiz kalabiliyor / çelişkili varsayımlar öne sürebiliyor. Moleküler düzeydeki işleyişi hakkında bu denli fikir sahibi olduğumuz sistemin, psikolojik işlemleme süreçlerine derinlemesine inememek bizi günlük hayatta pek çok "çözümsüz"!?! sorunla yüz yüze bırakıyor. İşte bu sorunlardan biri de doğuştan katarakt hastalarının ameliyat sonrası açılan gözlerinde bir türlü görsel ifade bulamayan dünyaya ait. Bakıp da göremeyen gözlerin sahiplerini nasıl da hayal kırıklığına uğratabileceğine, bu hayal kırıklıklarıyla sarmalanan sürece hep beraber göz atalım.
Bilim gözün yapısı ve uyarıcıların sinirsel düzeyde beyne iletimi konusunda geniş bir bilgi birikimi ve zenginliğine sahipse de retinanın üzerine düşen iki boyutlu girdinin üç boyutlu görüşe nasıl çevrildiğini açıklamada yetersiz kalabiliyor.
William Molyneux | Yaklaşık üç asırdır bilişsel ve algısal mekanizmalara dair anlayışımıza meydan okuyan soru ilk kez 1688'de John Locke'a yazılan bir mektupta William Molyneux tarafından ortaya konuyor: " Doğuştan kör olan birine aynı metallerden yapılmış ve aşağı yukarı aynı büyüklükte olan bir küp ile bir küre arasındaki farkı dokunarak anlamayı öğrettiklerini varsayın. Öyle ki, dokunduğunda hangisinin küp, hangisinin küre olduğunu söyleyebilsin. Bu küp ve küre, bir masada duruyorken körün görmeye başladığını varsayın. Bunları yalnızca bakarak, dokunmadan ayırt edip hangisinin küp hangisinin küre olduğunu söyleyebilir mi?" |
" Bilginin dokunsal algıdan üç boyutlu görsel algıya etkileşimsel nakli" ile ilgili olan bu sorunun felsefi boyutu filozoflar arasında epeyce tartışma yaratageliyor:
"Boş bir sayfa koydu önüne John Locke; tıpkı boş zihni gibiydi yeni doğmuş bir bebeğin. Elindeki kuş tüyü kalemi mürekkebe batırdı ve işlemeye başladı harfleri üzerine; yazdı, yazdı, yazdı " İnsan Anlığı Üzerine Bir Deneme" oldu sayfalar": Yanıtı "hayır"dı Molyneux'nün sorusuna. Görsellikle beraber aynı anda deneyimlenmeyen dokunsal algı ileride hiçbir şekilde dolaysız olarak salt görsel algıya aktarılamazdı. Gözleri yeni açılan bir kör, deneyimsiz bir bebek gibiydi! Ve deneyim, sahip olduğumuz her şeydi. Doğum sırasında bomboştu zihnimiz.
Peki ya bebek? Gerçekten de bu kadar boş mu zihni doğduğunda? Bildiklerimizin tümü deneyimlediklerimizden mi ibaret?
Masaya vurdu elini Leibniz! İyileşen kör, dokunmadan iki nesne arasındaki ayrımı mantıksal ve geometrik çözümlemeler sayesinde yapabilirdi. Locke'un sandığı kadar da boş değildi
zihni bebeğin. Zira bu iki ayrımı yapabilmek adına ihtiyaç duyacağı bilişsel mekanizmalar doğumundan itibaren bebeğin zihnindeydi.
Konuyla ilgili olarak günümüze değin daha pek çok düşünür ve yazar yorum yapıyor. La Mettrie (1745), Berkeley (1709), Condillac (1746), Diderot (1749) ve daha pek çokları. Ancak bu tartışmalar, farklı fikirler sunmanın ötesine geçemiyor, elde bilimsel yöntemlerle sınanmış bir veri olmadığından söylemler havada asılı kalıyor. Ta ki, 1728'de bir göz doktoru olan William Cheselden katarakt ameliyatıyla bir körü iyileştirip, ameliyat sonrası sürece dair araştırmalarını sürdürene dek.
18.yy. başlarının en ünlü cerrahlarından biri olan William Cheselden, katarakt ameliyatıyla bir körü iyileştirerek ameliyat sonrası sürece dair araştırmalarını sürdürüyor. Yandaki çizim ise Dr. Cheselden'ın insan anatomisi üzerine yayımlamış olduğu bir kitaptan alıntı. |
Doktorun tespitleri tıp dünyasında büyük bir hayal kırıklığı ve şaşkınlık yaratıyor. Hasta görmeye ilk başladığında uzaklıklarla ilgili hiçbir yargıda bulunamıyor ve bulanık bir görüşe mahkûm kalıyor. Bu vaka sonrası benzer şekilde tekrarlanan ameliyatlar yine benzer sonuçlar veriyor; hastaların görüşü ciddi bir şekilde özellikle de uzaklık, derinlik ve şekil algılarının bozukluğu nedeniyle engelleniyor. Bu durum çoğunu alışageldikleri "görsellikten yoksun" süreçte bile deneyimlemedikleri ciddi depresyonlara sürüklüyor.
Doğuştan kataraktlı çocuklar
Son dönemlerde literatüre geçen en önemli vakalardan biriyse 1991 yılında nörolog Oliver Sacks tarafından incelenmeye alınan "Virgil" takma adlı hasta. 50 yaşındaki Virgil'in nişanlısının ısrarları karşısında çok uzun süreli bir körlük sonrası gözlerindeki kalın katarakt tabakası başarılı bir operasyonla alınıp fizyolojik kusur ortadan kaldırılıyor. Bandajların açıldığı an Sacks'ın makalesinde şöyle aktarılıyor: "Tüm hastane gözyaşlarına boğuldu. Kırk yılın sonunda Virgil ilk kez görüyordu. Virgil'in ailesi çok heyecanlıydı ve ağlıyordu, buna inanamıyorlardı." Ne yazık ki bu mutluluk uzun süreli olmuyor. Çünkü Virgil'in deforme olmuş görüşü doktorların olması gerektiğini düşündüklerinden çok daha farklı işliyor.
Virgil'in hikayesi "At First Sight" isimli bir filmle beyaz perdeye de aktarılmıştı.
Virgil'in ilk günlerdeki görüş bozukluğu doktorlarca doğal karşılanıyor. Çünkü bir takım fiziksel işleyiş aksaklıklarının iyileşmesi zaman alabiliyor. Böyle operasyonlarda renk görüşünün ameliyattan on beş gün, iki boyutlu form ayrımının ise yirmi beş gün içerisinde işlerlik kazanması bekleniyor. Bunlara ek olarak, hastalar bir ay " nystagmus" adı verilen istemsiz göz hareketlerinden etkilendikleri için cisimlere odaklanmayı başaramıyorlar. Oysa ameliyatın üzerinden hatırı sayılır bir zaman geçmesine rağmen Virgil hala "garip" bir dünyaya gözlerini açıp kapıyor. Sahi, Virgil niçin göremiyor? Ya da soruyu şöyle soralım: "Virgil ve onun gibi hastalar ne görüyorlar?"
Üç boyutlu görsel algı üzerine çalışmalar yürüten Prof. Dr. Umur Talaslı görsel algıda " intermittence " denen bir mekanizmanın varlığı sav ediyor. Prof. Dr. Talaslı'nın görüşüne göre dış dünya uyaranlar açısından öyle zengin ve hareket halinde ki, şekil ve hız algısının aynı anda var olabilmesi için sistemde tıpkı kameralarda da var olan bir "kapama" sistemi olmalı, çok kısa zaman aralıklarında göze bilgi girişi önlenmeli. Dış dünyayı kesik çizgileri kendimizin tamamladığı bir manzara olarak düşünebiliriz yani; birçok film karesine beynimizde süreklilik kazandırdığımızı. Ancak bu mekanizmanın açma kapama hızı, aralıkları ve tamamlama işlemi tüm sağlıklı insanlarda ortaklık gösterdiğinden algıladığımız görüntülerde de çeşitlilik olmuyor.
Kameralardaki açma-kapama / kesinti sisteminin insanda da beyin retinadan gelen iletileri işlemlerken gerçekleştiği düşünülüyor.
Böyle bir " kesinti " varsayımı kimi bilim adamlarınca görme sırasında nöron faaliyetlerinin sürekli olduğu verileriyle eleştiriliyor. Ancak bu eleştiri yalnızca " intermittence " mekanizmasını organik ve somut olarak gerçekleştiği öne sürülürse anlam kazanıyor. Oysa girdinin sürekli olup kapama sürecinde işlemlenmediği gibi bir olasılık da söz konusu.
Eğer böylesi kuvvetli bir olasılık göz ardı edilirse, fotoğraf karelerine sanatsal biçimler kazandıran ve hareket halindeki cisimlerin şekil deformasyonuna uğradığı pozlardaki görüntülerle gerçek görme sırasında da karşı karşıya gelmemiz gerektiği gerçeğini kabul etmemiz gerekiyor. Oysa bizler, nesne çok hızlı hareket ediyor olmadığı sürece- yani hızı, bizim " intermittence (kesinti)" hız eşiğimizi geçmediği sürece- onu net bir şekilde görebiliyoruz. Oysa Virgil, bu yeteneği ameliyat sonrası edinemiyor:
"Virgil, bana bir keresinde ne gördüğü hakkında hiçbir fikrinin olmadığını söylemişti. Işık vardı, hareket vardı, renk vardı; hepsi karışmış, anlamsız bir bulanıklıktı."
Eğer ki hareketin hızı kameranın açma-kapama hızından fazlaysa karelerde görüntü bulanık oluyor.
Oliver Sacks, Virgil'in ilginç bir hayvanat bahçesi deneyimini de anlatıyor: Virgil'in hiçbir hayvanı tek bir özelliği dışında, bir bütün olarak algılayamadığından; örneğin bir kanguruyu zıpladığı, bir zürafayı uzun boyunlu ve bir zebrayı çizgili olduğu için tanıyabildiğinden söz ediyor. Hayvanat bahçesi gezisi, bir goril kafesi önünde son buluyor. Virgil, gorili büyük bir insana benzetiyor. Hayvanat bahçesinin kapısında duran goril heykeli, Virgil'in görsel algısını test edebilmesi için çok güzel bir tesadüf oluyor. Doktorlar, heykeli elleriyle kavramasına izin veriyorlar. Sonuç pek de şaşırtıcı olmuyor: "Pek de insana benzemiyormuş" diye mırıldanıyor Virgil; gerçek gorile dönerek heykelini elleriyle deneyimledikten sonra onu tarif etmeye başlıyor. Virgil, dokunarak görüyor ve gözleri açıldıktan sonra hayat onun için çok daha zor olmaya başlıyor.
Gözlerini "nystagmus" hareketleri nedeniyle bir türlü odaklayamayan ve bulanık bir görüşe sahip Virgil ile sürekli kayıt yapan kameraların verdiği bulanık görüntü arasında nedensel bir ortaklık var gibi, ne dersiniz.
Doğuştan katarakt olup "başarılı" bir ameliyatla sağlık bulan (?!?) hastaların görsel sorunları bulanık bir görüntüyle sınırlı kalmayıp, altında psikolojik süreçlerin yattığı daha pek çok sapma gösteriyor. Bu sorunlar arasında, nesneler arası uzaklıkların algılanamaması, cisimlerin büyüklük değişimlerinin farklı uzaklıklarda şekil deformasyonları olarak algılanması (uzaklaşan bir cismin büzülüyor gibi görülmesi) ve daha pek çokları bulunuyor. Virgil'in hayvanat bahçesindeki deneyimi Molyneux'nün sorusunu akıllara tekrar getiriyor. Kuşkusuz yanıt olumsuz gibi görünüyor. Yani, gözleri açılan doğuştan kataraktlı hasta küp ile küreyi dokunmadan, yalnızca onlara bakarak ayırt edemiyor. Ancak bunun nedeni, John Locke'un bahsettiği gibi hastanın görsel ve dokunsal algıları aynı anda deneyimleme olanağından yoksun kalmış olması değil, göz hareketlerindeki ve "intermittence (kesinti)" sistemindeki işlev bozukluğu gibi görünüyor.
"Bir yönetmen için en büyük ödül, gerçekliği en mükemmel şekilde tasvir edebilmektir. Bunu yaparken de hiç kuşkusuz iyi çalışan kameralara ihtiyacı vardır."
Kaynaklar:
http://plato.stanford.edu/entries/molyneux-problem/
Prof. Dr. Umur Talaslı , "Perception" ders notları. ODTÜ 2004